Festival seyircisi keşif peşinde koşar… Dilini bilmediği imajlarla yeni ülke sinemaları kurgulamaya; ama bir yandan da tanıdık duygular, ortak nsan manzaraları yakalamaya çalışır. Ne de olsa sınırların hep bir öte yanı vardır ve bu öte yan seyirciyi hayal kırıklığına uğratsa dahi hep bir şeyler vaat eder.
Volcano da benzer bir şekilde, Ukrayna’ya, o sayısız öte tarafımızdan birine aidiyetiyle ve elbette gölgesini kendi sinemamızda da hissettiğimiz bir tür egzotizm ve oryantalizm etkisiyle dikkat çekiyor ilk başta. Ancak filmin başında kameranın devasa bir gemi gövdesini adeta yalayıp gösterişli plan – sekansın, Volcano’nun ülke sineması denilen o indirgemeci ifadenin çok daha ötesinde bir yapıyı müjdelediğini söylemek mümkün.
Diplomatik görevdeki bir ekibe Ukrayna steplerinde eşlik eden Lukas arabaları bozulunca onları kaybeder ve bu ıssız, Marc Augé’nin görse bir tür “yok-yer” olarak nitelendireceği sınır kasabasında mahsur kalır. Telefonu, cüzdanı, hatta kimliği bile çalınır, polisler ve bölgenin asi gençleri tarafından hırpalanır ve zamanın pılını pırtısını toplayıp gittiği bu kasabadan bir türlü ayrılamadığını ve gitgide içine çekildiğini fark eder.
Bu bağlamda filmin hikayesini ana hatlarıyla incelediğimiz zaman kafkaesk, hatta absürt diyebileceğimiz bir kara komedi yapısını anımsattığını söyleyebiliriz. Sovyetler döneminde bir balık çiftliği işleten ancak birlik dağıldıktan sonra işsiz kalınca kafasını metal dedektörleriyle Alman askerlerinin kemiklerini aramakla bozan Vova’dan, Lenin’in heykellerinin yıkılmasına üzülen annesine kadar kasabadaki herkes sanki kıyamet sonrası bir dünyada yaşıyor gibi davranmaktadır. Medeniyet, şehirler, düzenli maaşlı bir iş onların asla erişemeyecekleri bir “öte taraftadır” ve bu gerçeği seyirciyi tedirgin eden, Lukas’ı ise çıldırtan tuhaf bir mizah duygusuyla kabullenirler. Ve Lukas’a da bu durumu kabullenmesini tavsiye ederler. İnsanlar geçmişte de kaybolmuştur, neticede dünyada kimliksiz kalan ondan başka bir sürü kişi vardır!
Elbette, gerçeküstü yönlerle tatlandırılmış bu hikaye yapısının Ukrayna toplumunun, Sovyetler sonrası dönemden günümüze kadar geçirdiği değişimin sonuçlarını metaforik bir biçimde yansıtmak adına bilinçli olarak tercih edildiği düşünülebilir. Ki bölgedeki karpuz tarlalarının, terk edilmiş yol kenarlarının adeta rüya mekanlarına benzer bir renk ve kadrajla sunulması biçimsel anlamda bu gerçeküstü yapıyı destekler niteliktedir. Yine de Ukrayna’yla yahut daha genel bir kapsamla filmin ele aldığı insanlık durumunun mevcut bir gerçekliği eleştirmek adına uç noktalara taşınmış bir hikaye temsilinden ibaret olmadığını vurgulamak gerek. Zira tıpkı Lukas gibi bu bölgedeki yaşayan diğer nsanların içinde hapsolduğu boşluk, arada kalmışlık günümüzde bu toplumlara gerçekten de hakim olan bir ruh haline işaret etmektedir. Anıcak Lukası’ın bu mekanlar ve insanlarıyla kurduğu ilişkinin giderek içsel bir yolculuk olarak biçim değiştirmesi Volcano’nun tek yönlü ve ideolojik bir mesaj verme kaygısı taşıyan bir filmden çok daha fazlası olduğunu kanıtlar niteliktedir. Dolayısıyla filmin belki de en büyük başarısının Ukrayna’nın güncel politik ve sosyal konumuyla özdeşleşen bu gerçekliği, daha metafizik bir düzleme; benliklerine yaşamın ucuna fırlatılmanın, unutulmanın ve dolayısıyla da bir tür kendini kaybediş halinin hakim olduğu tüm insanların gerçekliğine taşıması olduğu söyleyebilirim.
Buna rağmen film bittikten sonra yapımcıya yöneltilen soruları düşündüğümde ülke sineması sıfatıyla nitelendirilmenin, “Bir Ukrayna filmi” olmanın, tıpkı seyircinin “öte yanında” kalan tüm o diğer filmler gibi Volcano’nun da kaderi olduğunu fark ediyorum. Kendi aramızda olduğu gibi sinemalarımızda da yürümemiz gereken çok yol, varlığını sorgulamamız gereken çok fazla bariyer var. Bu kavramsal ve biçimsel bariyerleri muhafaza edeceğimize yahut yıkacağımıza karar vermeden önce elbette ki onların bilincine varmak gerek. Ama kabul edelim ki, bu bilinç çoğumuz için ne yazık ki fersah fersah ötede…