Festival katalogunda Nanni Moretti’nin ismini görür görmez kulaklarımda “Caro Diaro” kelimelerini o hoş İtalyan tınısıyla telaffuz ediş biçimi yankılandı. Santiago, Italia‘nın konusuna bakmadan dahi, benzerlerine az rastlanır bir otobiyografik belgesel niteliği taşıyacağını düşünmüştüm nedense. Şili’deki cunta dönemini ve Allende rejimine karşı gerçekleştirilen darbeden sonra işkence gören, ardından İtalyan konsolosluğuna sığınarak ülkeyi terk eden militanların hikayelerini konu edinen belgesel, içerik olarak beni şaşırtmakla kalmayıp, Moretti’nin biçimsel tercihleri karşısında hayal kırıklığına uğrattı ne yazık ki. “Konuşan kafalar” ifadesini kullanmayı her ne kadar sevmesem de, filmin genel anlamda darbeye ve devrime tanıklık eden insanların röportajlarından oluştuğunu söylemek mümkün. Moretti, bu çerçevede tarihsel anlamda bireyin geçmişiye yüzleşmesi yahut travmatik deneyimlerin sinemaya aktarımı gibi belgesel sinemanın temelinde yatan etik problemlere yönelmeyi tercih etmiyor; kendisinin Claude Lanzmannlığa soyunmaya niyeti yok! Aksine daha lineer bir anlatı yapısı kullanarak izleyiciye olayların aktarımını amaç ediniyor. Bu aktarımı gerçekleştirirlen belki de en büyük başarısı, belgeselcilerin çoğu zaman pençesine takıldığı hakikat illüzyonunu filmin başından itibaren reddetmesi. Darbede görev almış bir askerle röportajı esnasında söylediği gibi, Moretti taraflı bir tavır sergiliyor. Kamerası solcu, muhalif, demokratik, askeri darbenin tam karşısında duran bir kadrajla filme alıyor insanları. Anlatılacak hikayeler, hatırlanacak isimler ve dökülecek göz yaşları var ve Moretti kesinlikle tüm bu renkleri “gerçek” adı verdiğimiz soyut bir kavramın gölgesinde bırakmak istemiyor. Filmdeki röportajlar darbe döneminde çekilmiş arşiv görüntüleriyle paralel olarak kurgulanıyor. Bu tercihin de tarihsel belgesel anlayışında oldukça yaygın kullanıldığının altını çizerek, Santiago, Italia’nın biçimsel olarak tehlikeli sularda yüzmediğini bir kez daha vurgulayabiliriz. Elbette röportajların, konuşma ve hatırlama eyleminin insanlar üzerindeki duygusal etkisini gözlemlemek açısından yoğun anları barındırdığını da unutmamak gerek. O yıllarda rahiplerin tutuklulara çok yardımcı olduğunu ve saygı uyandırdıklarından bahseden bir tanığın aniden gözyaşlarına boğulduğu kısım, her tür kurgunun boyunduruğundan kaçan, Moretti’nin aramayı reddettiği o meşhur insan hakikatine istemeden de olsa temas eden en güçlü sahnelerden biri.
Film boyunca röportaj yapılan hiçbir tanık aynı kareyi paylaşmasa da, birbirini takip eden sahnelerde ortak bir geçmişin, yaşanmışlığın ve elbette kayıpların inşa edildiğini görmek mümkün. Tüm bu tanıklıklar ise yönetmenin de paylaştığı ve dolayısıyla biz seyircilerle de paylaşmayı amaç edindiği bir ortak duyguya evriliyor. Neticede, ekran kararıp jenerik akmaya başladığında belki de benim dışımda hiçkimsenin aklına belgeselin biçimsel özellikleri takılmıyor; herkesin zihni kendi hayatlarına yara izi bırakmış darbelerin, kayıpların ve ölümlerin imajlarına gömülmüş durumda… Işıklar açılıyor ve salon alkışlarla inliyor…