Film festivallerinin aksaklıkları meşhurdur. İnsanların aklında o yıl hangi güzel filmleri izledikleri değil de salonlarda çıkan arızalar, geç gelen altyazılar ve gümrükte takılan filmler kalır nedense. İstanbul Film Festivali de bu geleneği bozmak istememiş olacak, festivalin ilk günü City’s’de hoş bir arıza deneyimiyle karşıladı bizi. Günün ilk filmi Fourteen vizyon filmlerinden alışık olduğumuz reklam sürelerini aratmayacak bir gecikmeyle başladı böylece. Yine de film bittikten sonra festivale başlangıç için güzel bir seçim yaptığımı düşünerek salondan ayrıldığımı belirtmeliyim. Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan Fourteen, Amerikan bağımsız sinemasından keyif alanlar için oldukça tatmin edici bir keşif filmi. Elbette, son yıllarda bu niteliğe sahip, yahut sahip olmaya çalışan ama bir türlü başarılı olamayan o kadar çok yapım karşımıza çıkıyor ki, bitelikle bir “indie”den bahsetmek çoğu zaman mümkün olmuyor.
Fourteen, aralarında paralellikler kurabileceğimiz diğer filmlerden özellikle anlatısının yalınlığıyla ayrılan bir film. Küçük yaşlardan beri arkadaş olan Jo ve Mara isimli iki genç kadının aralarındaki ilişkiyi mercek altına alan film, senaryosunu daha çok bu ilişkinin dinamiklerini meydana getiren karakterlerin zaman içindeki duygusal ve psikolojik evrimleri üzerine kuruyor. İnsan ilişkilerinde tarafların birbirine karşı hissettiği sorumluluk duygusunun bir türlü aynı frekansta olmayışı filmin ana eksenini oluşturuyor denebiliriz. Bir yanda sorumsuz, yaşadığı ruhsal çöküntüden bir türlü kurtulamayan, amiyane tabirle “kaybetmeye mahkum” olarak nitelendirebileceğimiz Jo, diğer yanda arkadaşının peşinden koşan, genç yetişkinliğin gereklerini yerine getirmeye uğraşan Mara… İki karakterin de yaşamları, geleceğe bakışları kırılmak ve giderek birbirinden uzaklaşmaya mahkum bir fay hattının üzerinde durmaktadır adeta. Bu bağlamda, Sallitt’in kurduğu film evrenini karakterize eden durgun diyalogların, uzun planlarım ve filme hakim solgun renk paletinin duygusal anlamda farklı yönlere çekilen bu karakterlerin görsel olarak bir tasvirini sunmakta oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Buna ek olarak filmin estetik olarak da, kurgusu açısından seyircide bir tür sürüklenme hissi yarattığını da belirtmek gerek. Bu etkinin ortaya çıkmasında filmin ortalarına doğru adeta zamanın durduğu izlenimini veren sabit, geniş açılı, tedirgin sekansın etkisi büyük. Zira bu “boş” sekansın hikaye içerisinde konumlandırmakta güçlük çektiği görüntüleri karşısında anlam inşasını mümkün kılacak tanıdık bir suret arayan ama daha çok kaybolan seyircinin konumuyla, birbirini takip eden iki sekans arasında Sallitt’in sert cutlarıyla arkadaşlıkları arasına birkaç yıl daha mesafe giren Jo ve Mara’nın kaybolmuşluğu biçimsel anlamda bir tezat oluştursa dahi filmin genel duygusunu benzer bir şekilde yansıtmakta. Sonuç olarak filmin senaryosunun temelindeki dinamikleri destekleyen bu görsel dil inşası, Fourteen’i basit bir “young-adult” filmi olmaktan çıkarıyor ve Amerikan bağımsız filmlerinde bir örnek hale gelmiş temalar, müzikler ve görsel formlardan bir nebze olsun sıyrılarak ilişkilendirdiğimiz türün özünü oluşturan güçlü, yoğun ama minimal anlatı biçimine göz kırpıyor.