
“Müzik sinematografik bir olaydır. Kulağı gözeten sinema. Elektronik müzik için bu özellikle böyle. Bir elektronik müzik yapıtının değişmezliği açısından, tıpkı bir film gibi.”
Serdar Kökçeoğlu’nun, Türkiye’de elektronik müziğin öncülerinden İlhan Mimaroğlu üzerine hazırladığı belgeseli, bizzat Mimaroğlu’nun ağzından dökülen bu sözcüklerle açılıyor. Karşımızda yalnızca sesle değil sinemanın temel prensiplerine hakim, hem görsel hem de işitsel imgelerin anlam yaratma kapasitesiyle oynamasını bilen bir belgesel öznesi var. Filmin ülkemizde örneklerine ender rastladığımız buluntu görüntüler ve ses kayıtları üzerine kurulu yapısında da İlhan Mimaroğlu’nun imzasını fark etmemek imkansız. Bu bağlamda İlhan Mimaroğlu, sanatsal üretimleri düşünüldüğünde bir belgeselci için hem benzersiz bir vaha hem de anlatı yaratmak söz konusu olduğunda mevcut materyali parçalamaya, birleştirmeye dayalı bir meydan okumayı gerekli kılan güçlü bir figür.
Kökçeoğlu’nun inşa ettiği anlatının özgün yanlarından biri de İlhan Mimaroğlu’nun filmin ham maddesini oluşturan kişisel arşivindeki merkezi konumunu, yine arşivin içinden bulup çıkardığı ve bizzat çektiği görüntülerle desteklediği bir başka figürü de dahil ederek sarsıntıya uğratması. Elbette bu figür, bestecinin eşi Güngör Mimaroğlu’ndan başkası değil. Güngör Mimaroğlu’na epizodik anlatımlı kurgusunda birinci ve üçüncü bölümlerde önemli bir yer veren yönetmen, filmin adında bile varlığını hissettiğimiz bir muğlaklık ortaya koyuyor böylelikle. Seyirci, “Mimaroğlu, ama hangi Mimaroğlu? diye sormaktan kendini alamıyor adeta. Zira belgeselin en az İlhan Mimaroğlu’yla ilgili olduğu kadar Güngör Mimaroğlu’yla da ilgili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Julie Mardin’in “O [Güngör Mimaroğlu], İlhan’ın dünyaya ve topluma açılan kapısı gibiydi” sözleri belki de bu anlamda filmin özüne dair önemli bir noktaya işaret ediyor, zira biz de İlhan Mimaroğlu’nu yalnızca kendi kaydettiği sesler ve görüntülerden değil Güngör Hanım’ın perspektifi ve tanıklığı aracılığıyla keşfe çıkıyoruz.
Elbette, İlhan Mimaroğlu’nun kişisel arşivi filmde azımsanamayacak kadar önemli bir role sahip. Mimaroğlu, kendisinin de belirttiği üzere “kadrajın içerisine giren”, görüntülerinde kendisini mizansenin içinde konumlandıran bir sanatçı. Film, Mimaroğlu’nun besteci kimliğinin yanısıra imaj yaratmadaki ustalığını da vurguluyor. Mimaroğlu’nun kendisine binbir türlü rol biçtiği kısa filminin de belgeselde yer alması, belgeselin yaratım sürecindeki rol dengeleriyle oynuyor. Buluntu görüntüleri ekrana taşıyan Kökçeoğlu, bazı noktalarda bile isteye yönetmen koltuğundan kalkıyor ve dümeni hem sesiyle hem de kamerasıyla Mimaroğlu devralıyor.
Buna karşın İlhan Mimaroğlu’nun arşivinin herhangi bir müdaheleye uğramadan, el değmemiş haliyle anlatıya eklemlenmediği de aşikar. Arşiv, dijital manipülasyonla, yakınlaştırmalarla, uzaklaştırmalarla, donan görüntüler aracılığıyla biçim değiştiriyor ve buluntu görüntüler bambaşka bir düzlemde yeniden hayat buluyor. Belgeselin bünyesinde bir araya getirdiği görüntüler, kişisel bağlamlarından öte tarihsel, politik ve estetik söylemler üreten bir meta-anlatıya sahip oluyor böylelikle. Arşiv, kurguyla dile geliyor ve Mimaroğlu’nun kendisinden de öte onun yaşamını şekillendiren New York şehrinin toplumsal, kültürel dinamiklerini ve politik hareketliliğini de gözler önüne seriyor. Yine de belgeselin, hem görüntü hem de ses düzleminde geçmiş ve bugün arasında dinamik bir ilişki kurduğunu, özellikle de Güngör Mimaroğlu’nun tanıklığı vasıtasıyla arşivin gösterdiği ve söyledikleri karşısında alternatif bakış açılarını ortaya koyduğunu da belirtmek gerek. Filmin son bölümündeyse zaman terazisinin günümüz kefesi daha ağır basıyor ve film boyunca yalnızca arşiv görüntülerinde var olan Güngör Mimaroğlu bu defa İlhan’ın değil Kökçeoğlu’nun kamerasının karşısına geçiyor. Günümüzde, yani Mimaroğlu’nun ve arşivinin suskun kaldığı bu zaman diliminde kamera Güngör Hanım’ın evinde Mimaroğlu arşivinin uzantısı niteliğindeki fotoğrafların, nesnelerin ve hatta manzaraların peşine düşüyor. Mimaroğlu’nun bestelerinin ses düzlemini kuşatan varlığı ise, onun Güngör Hanım’ın bugün bile yaşamının ne denli içine işlediğini yansıtan etkileyici bir tercih. Güngör Hanım, “onunla beraber ama tek yaşıyorum” sözleriyle noktalıyor tanıklığını ve film doldurulması imkansız bir boşluğun yarattığı izlenimle sona eriyor adeta. Ama jenerikten evvel son defa İlhan Mimaroğlu’nun, belgeselin bizzat varlığıyla yanlışladığı sözlerini duyuyoruz. “Yaşlı besteciler asla ölmez, yalnızca dizin kartlarına dönüşürler” diyor yaşlı besteci. Dizin kartları görevini tamamlıyor ve arşiv yaşlı besteciyi hayata döndürüyor.