Güvercin (2018) – Kuluçkadaki Sinema

694595531_1280x720

Garip şehirdir Adana, ismi geçince yüzlerde hınzır bir gülümseme bırakır, akla güneşe ateş edenleri, belediye otobüsünü gece kulübüne çeviren türlü türlü insanları getirir. Bu muzip kişiliğinin ardında, köhne mahallelerde, sokak aralarında, sanayide insan varoluşunun en doğal ve içten hallerini barındıran binbir türlü hikaye bulunur aslında. Adana’da şalgam için nasıl “içen bilir” derlerse, bu imajları da ancak “gören bilir”.

Banu Sıvacı, ilk uzun metraj filmi “Güvercin”le işte bu imajlara doğrultuyor bakışlarını ve ufuk çizgisinin Adana’nın kenar mahallerinin izbe evlerle kamburlaşmış sırtıyla birleştiği noktada, abisiyle ve ablasıyla birlikte yaşayan Yusuf’la tanıştırıyor bizi. Etrafını çevreleyen yoksulluğa, işsizliğe ve yetişkin olmanın gerektirdiği sorumluluklara rağmen, Yusuf’un tek bir tutkusu var: Güvercin beslemek…

Yaşadığı toplumsal çevrenin normlarına uymayan, naif, ailesinin onun yaşında bir “erkek”ten beklediği görevleri reddeden bir karakter etrafında inşa edilen film, başından itibaren psikolojik ve sosyolojik belli dinamiklere göz kırpıyor elbette. Yusuf’un evinin damında güvercinlerini sevip okşayıp, gökyüzünü seyre dalmaktan hoşlanan bir karakter şeklinde kurgulanmış olması “ayakları yere basmak” ifadesine metaforik bir tepki adeta. Bu noktada, güvercin beslemeyi, tıpkı çocukların taso ya da bilye biriktirip birbirleriyle değiş tokuş yaptıkları bir meşgaleye benzetirsek eğer, Yusuf’un, kenar mahallelerde yaşayan bir Peter Pan misali büyümeyi ve etrafındaki acımasız gerçekliği reddettiği ve kendi yarattığı dünyayı tercih eden bir kişiliğe sahip olduğu söylenebilir. Yönetmenin bu tür bir karakter inşasına ek olarak büyük ölçüde gökyüzünü kadrajlaması ve aynı kare içinde şehrin uzakta belli belirsiz bir figüre dönüşmesi, karakterin yaşadığı problemler karşısındaki tutumunu mizansene aktarması ise oldukça dikkat çekici.

Yusuf’un güvercinlerini beslediği dam, duygusal bir kaçış mekanı olarak karakter ve dolayısıyla hikaye için önemli bir konuma sahip. Özellikle filmin ilk yarısında Yusuf’un burada geçirdiği zamanı incelikli ve uzun planlarla aktarmayı tercih eden yönetmen, içine kapanık bir karakterle temas kurmamıza, onu yavaş yavaş, kurduğu dünyaya zarar vermeden tanımamıza olanak sağlıyor. Kuşlar ve Yusuf arasında kurulan duygusal temas, hem görsel hem de anlatı dili açısından filmin en güçlü yönünü oluşturuyor. Zira Yusuf, gökyüzünde süzülen güvercinleriyle, kendi kapana kısılmış ruhunu da özgür kılıyor. Bu metafor, her ne kadar sinemada alışık olduğumuz bir ilişkiye karşılık gelse de, güvercin yetiştirmeye dair belgesel estetiğine sahip sekanslar sayesinde farklı bir boyut kazanıyor. Başlarda seyirci için havada uçan karaltılardan ibaret olan güvercinler, Yusuf’un bakışlarında bireyselliklerini kazanıyor, “Küpeli’ye, “Gerdanlı”ya ve elbette “Maverdi’ye dönüşüyor.

Ancak Güvercin, aktarmayı hedeflediği gerçeklik dokusuna rağmen, dramatik yapının kuşların etrafında düğümlenip çözüleceğini en baştan beri bildiğimiz bir anlatı kurgusuna sahip. Başka bir deyişle film, dramatik yapının satır aralarında güvercinleri kaybetme motifini barındırmakta. Elbette, kolay tahmin edilebilir bir senaryo asla bir filmin zayıf yönlerinden biri olarak düşünülmemeli. Ancak Yusuf’un ağırbaşlı ve amiyane tabirle pasif olarak nitelendirebileceğimiz karakteri, hikayenin öngörülen gidişatıyla birleşince, filmi, başta oluşturulan doğallık izlenimlerini tehdit eden vasat bir olay örgüsüyle karşı karşıya bırakıyor seyirciyi. Abisinin zoruyla işe başlaması ve Pozantı’ya çalışmaya gitmesi, Yusuf’un teslimiyetçi tavrıyla bağdaştırılabilir belki ama ne yazık ki dramatik yapı karakterin bu yönlerini yansıtmakta yetersiz kalıyor; Yusuf, içine kapanık bir genç değil de senaryonun tahmin edilen şekilde sonuçlanması için hareket ettirilen mekanik bir kuklaya dönüşüyor adeta. Buna bir de, birçok karakter merkezli filmin muzdarip olduğu, “kitabına uygun film yapma” sendromunun belirtileri olan, filmin genel atmosferine yedirilememiş ama hikayeyi besleyen, “uzaktan sevilen kız”, “mahallenin kötü kabadayısı” gibi eğreti figürler eklenince, film özgünlüğünü hepten yitirmeye başlıyor.

Film sona doğru yaklaşırken Yusuf’un Pozantı’ya gitmesini fırsat bilen abisi bütün kuşları satıyor ve beklenen kırılma anı gerçekleşiyor: Yitirilen duygusal atmosferin kısmen de olsa yeniden kurgulandığı bu noktada Yusuf, yaralı olduğu için abisinin gözünden kaçan en sevdiği kuşu Maverdi’yi kucaklıyor ve kamera şehrin üzerinde yavaş yavaş uzaklaşırken, Yusuf ve Maverdi’yle birlikte film de gözden yitiyor.

Filmi bir önceki sekansın dramatik keskinliğine zıt bir şekilde, imajların sunduğu anlam olanaklarıyla sonlandırmanın, Yusuf’un ve kendi etrafında korumaya çalıştığı naif atmosferine uygun bir tercih olduğunu söylemek gerek. Görüntü kurgusu bağlamında, yumuşak renklerin, gölgelerin kullanılması, Yusuf’un merkezde bulunmasına rağmen görece serbest bir kadrajlamanın tercih edilmesi de bu atmosferi güçlendiriyor. “Güvercin”in, yazının başında da belirttiğimiz gibi “görmesini bilen” bir yönetmenin elinden çıktığı aşikar. Minimal anlatısının girdiği çıkmaz sokaklara rağmen, yetkin görüntü kurgusunun karakter temsilini hikayenin boyunduruğundan kurtardığı anlarda, özgün bir betimlemeci tavrın izlerini yakalamak mümkün. Banu Sıvacı’nın sinema anlayışı, kuluçkadan çıkmaya hazırlanan bir kuş misali, dolayısıyla gelecekte nerelere uçacağını takip etmekte fayda var.

1 Comment

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s