Yeniden çevrimler, serbest uyarlamalar, eskiye saygı duruşu niteliğindeki senaryolar… Günümüz sinema anlayışının hiç olmadığı kadar çok geçmişten beslendiği bilinen bir gerçek. Bu durumun her şeyden önce 21. yüzyılın başının belası yaratıcılık krizini aşmak için sinemacıların başvurduğu kısa vadede etkili ve genel seyirci kitlesine hitap etmeyi başaran bir yöntem olduğu söylenebilir. Bugün kült olarak kabul edilen birçok yapım, türlü değişimler geçirerek, farklı bağlamlarda ele alınarak şimdiki zamanın objektifinden perdeye yansıyor, hatta ve hatta sinefil kültürünü besleyen filmlerarası anlam katmanları oluşturuyor.
Luca Guadagnino’nun sıklıkla “passion project”i olarak adlandırılan Suspiria, bu yılın en çok merak edilen uyarlama yapımlarından birisiydi. İtalyan sinemasına özgü “giallo” türü denince akla ilk gelen isim Dario Argento’nun plastik kırmızılarla dolu mizansenleri, Call Me By Your Name’in naif ve yumuşak görselliğiyle aklımızda yer eden Guadagnino’nun elinde nasıl bir değişim geçirecek sorusu uzun bir süresi hepimizin kafasını kurcaladı haliyle. Tilda Swinton ve Thom Yorke gibi isimlerin de projeyle birlikte anılmasıyla, filmin sinema çevrelerinde yarattığı beklenti katlanarak artmış oldu. Venedik Film Festivali’nde gerçekleşen salon terk eden seyircilerin ve yuhlamarın eksik olmadığı ilk gösterim ise Suspiria’nın ruhuna yaraşır biçimde gerçekleşti elbette!
Bu açıdan bakıldığında, Suspiria’nın “Dario Argento uyarlaması”ndan ziyade seyircisini seven ve nefret edenler olarak radikal bir biçimde ikiye bölecek şekilde kurgulanmış bir film olduğu söylenebilir. Zira Guadagnino, kendi estetik kimliğine Argento’nun gölgesinin düşmemesi için büyük çaba sarf etmiş; parlak ve plastik ekspresyonist anlayışı bir kenara bırakarak, gore türünün yüzeysel ve çoğu zaman da yapay bir etkiyle sınırlı kalan korku atmosferini tarihsel ve toplumsal dinamiklerle birleştirmiş. Orijinal filmin iki katına ulaşan süresini de göz önünde bulundurunca Suspiria’nın geçmişe yapılan referanslarla yetinmeyecek bir özgünlüğü hedeflediğini görmek mümkün.
Argento’nun versiyonunda, Almanya’da bir bale okulunda meydana gelen dehşet verici olayların cadılık ve okültizm perspektifinde kurgulanan ikonografisinin, seyirciyi doğrudan, primitif bir dürtüyle adeta fiziksel olarak hissedilen bir korku oluşturmaya yönelik olduğunu biliyoruz. Özellikle Technicolor renklerinin yarattığı dehşet, adeta imajların somut bir biçimde içine işlemiş plastik bir etkiye sahipken Guadagnino kötülük olgusunu insanların ve toplumların travmaları üzerine inşa ediyor. Filmin zaman ve mekanın net çizgilerle belirlenip RAF ve Baader-Meinhof çetesine odaklanması da bu bağlamda önemli. Bunun yanısıra, okuldaki cadıların arasında hiyerarşiye dayalı bir iktidar mücadelesi de senaryoya dahil oluyor. Kendini okuldaki gizemli olayların içinde bulan psikiyatr Jozef Klemperer karakteri ise Nazi Almanyası’nın ve 2. Dünya Savaşı’nın toplumsal hafızaya musallat olmuş travmalarını temsil ediyor. Dolayısıyla Guadagnino’nun Suspiria’sı, doğaüstü güçlerin adeta etik bir tavır takınarak, insanın kötücüllüğünden intikam aldığı bir söylem teşkil ediyor.
Tüm bu senaryo dinamikleri göz önünde bulunduruluğunda, filmin sofistike bir kurgu ortaya koyma çabasına sahip olduğu söylenebilir. Ancak Suspiria, kötülüğe yönelik bu tavırla, kurulan mizansenin kaldıramayacağı, gereğinden fazla didiklenen bir söylem ortaya koymayı dert ediniyor. Film, ses ve görüntü kurgusunun zirveye çıktığı dans – ayin sekanslarının gücüne rağmen, sansasyonel ve etkileyici olmaya uğraştıkça daha karmaşık bir yapıya bürünüyor. Argento’nun imajları bizzat varlıklarıyla tüylerimizi diken diken ederken, Guadagnino’nunkiler kulağımıza ahlaki yargılar fısıldamaya çalışıyor. Geriye kalansa söylemlerin boğuculuğu altında ezilen imajların iç çekişleri: Sinemanın Suspiria’sı