Cannes’ın artçı depremi olarak nitelendirebileceğimiz ama bu sene Cannes’dan daha iddialı isimlerle dolu Venedik Film Festivali’nin açılış filmi olarak, ana akım sinemanın sevilen isimlerinden Damien Chazelle’in First Man‘inin seçilmiş olması boşuna olmasa gerek. Zira bildiğimiz üzere seçkide belirgin bir biçimde Netflix ve Oscar odaklı Amerikan yapımları yoğunluktaydı. Ryan Gosling’in Neil Armstrong’u canlandırdığı ve Apollo projesini merkezine alan “First Man”le ilgili ise bu senenin en iddialı Oscar filmlerinden biri olduğunu söylemek mümkün. Biyografik anlatı genel olarak seyircinin dikkatini çeken ve beğeni toplayan bir film türü olsa da, bu tarz filmlerin başarılı olduğu ve olumlu eleştiriler aldığı durumların oldukça nadir olduğunu kabul etmek gerek. Bu eleştiriler filmin estetik katmanlarından ziyade anlatı kurgusu ve dayandığı gerçeklik arasındaki uyumsuzluklar gibi sinemayla çok da alakalı olmayan yönler hakkında olsa da, First Man’in Neil Armstrong gibi özellikle Amerikan popüler kültürünün önemli figürlerinden biriyle ilgili olması Chazelle’in bu kulvardaki diğer filmlere bir meydan okuması olarak değerlendirilebilir. Sonuçta “Ay’a ayak basan ilk insan” miti, sayısız spekülasyon ve komplo teorisini beraberinde getiren, bilimsel ve teknik yönüyle de konunun uzmanları tarafından topa tutulma potansiyeline sahip toplumsal bir fenomen. Ancak bu popülerliğe başka bir perspektiften bakıldığında ise, Chazelle’in gerçekliğe dayalı filmlerde karşılaşılan bir diğer güçlüğe, merak unsurunu ayakta tutmanın zorluğuna da meydan okuduğu söylenebilir. Çünkü komplo teorilerini bir kenara bırakırsak Armstrong’un Ay’da yürüdüğünü ve Apollo projesinin nasıl sonuçlandığını biliyoruz. “Sonunda ne olacak, ay spoiler duymayayım” diye kendimizi parçalayacağımız bir durum söz konusu değil. Bu problemlerin karşısında ise Chazelle zekice bir hamle yapıyor. First Man, aşina olduğumuz bu kült hikayeye bir tutam duygusallık baharatı ekliyor ve Armstrong’un NASA uzay programına başvurmasındaki temel etkeni vücudunda tümör bulunan kızının ölümü biçiminde kurgulanan bu dramatik yapı filmi başından sonuna kadar ayakta tutuyor, seyircinin dikkatini cezbediyor. Seyirci etkileşimiyle sınırlı kalmayıp aynı zamanda Armstrong’un insani yönünü ve zayıflıklarını vurgulandığı bir senaryo katmanı görevi de üstleniyor.
Filmi biçimsel özellikleri bağlamında ele aldığımız takdirde ise olay eksenli biyografilerde sıkça karşımıza çıkan, kronolojik ve epizodik bir anlatı türünün benimsendiğini söyleyebiliriz. Projenin Armstrong için önemli aşamalarına odaklanarak, zamanın işlenişinde eliplsleri tercih etmesi First Man’de de Chazelle’in önceki filmlerine hakim hızlı tempolu, dinamik sekansları ön plana çıkarıyor.
Filmle ilişkilendirebileceğimiz bir başka tür olan uzay temalı yapımlar arasında ise görece daha farklı bir estetik yapıya sahip ve bu sayede her taraftan fışkıran klişeler arasında filmi farklı bir yere konumlandırmamızı mümkün kılıyor. Görsel yapı, filmde sıkça karşımıza çıkan “gözler, çerçeveler ve yansımalar” denklemi içinde değerlendirilmeye oldukça müsait bir karaktere sahip. Uzayı Tanrısal bir bakış vurgusuyla, pürüzsüz geniş açılı planlarla perdeye taşıyan birçok filme kıyasla, First Man’de -adından da anlaşılacağı üzere- insanın uzayla kurduğu ilişki ön planda bulunuyor. Gizemlerini bugün bile tamamen çözemeyen insanın, ilk defa karşılaştığı bu uçsuz bucaksız uzayla etkileşimi, astronot başlıklarının ve gemi pencerelerinin müsade ettiği ölçüde mümkün oluyor. Film, uzayın sınırsızlığını, insanın kapasitelerinin sınırlılığı çerçevesinde yarım, titrek ve yamuk kadraj kullanımlarıyla ters çevirerek ilginç bir estetik anlayış oluşturuyor
Ancak First Man, bu estetiğine rağmen ait olduğu biyografi türünün yapısına oldukça sadık, bu sebeple de özgün olarak nitelendirilemeyecek bir yapıdan kaçamıyor ne yazık ki. Ki Chazelle, Amerikan dramalarına yerleşmiş kodları doğru zamanda doğru yerde kullanırsa isteği etkiyi yaratacağının gayet de bilincinde gibi gözüküyor. Seyircinin ana karaktere sempati duyması, onla kendini özdeşleştirmesi gibi popüler sinemanın kathartik senaryo dinamikleri bolca kullanılıyor. Armstrong’un karısı ve çocuklarıyla sorunları, hayatına sahip olduğu tutkusunun gölgesi düşmüş problemli ana karakter motifinin tam anlamıyla yeniden üretimi aslında. Claire Foy’un oldukça başarılı bir şekilde canlandırdığı Janet Armstrong ise, pasif ve kendini ailesi üzerinden tanımlayan bir kadın temsilinden öteye gidemiyor. Kısaca özetleyecek olursak Chazelle’in kurduğu bu dünyada, Hollywood’da yavaş yavaş gündeme hakim olmaya başlayan sinemadaki temsil problemlerine yer olmadığını söyleyebiliriz. Filmin bir noktasında bu eksikliğe yapılan göndermeden de anlaşılacağı üzere, First Man ele aldığı konunun ve ait olduğu türün çerçevesi içinde popülerliği ve büyüklüğü hedefleyen bir yapım. Dolayısıyla, tıpkı astronotların vizörleri gibi, seyircisine sunduğu bu dar bakış açısından sinemanın gerçek büyüklüğüne erişemememeye mahkum bir vizyon filmi olarak kalacak gibi görünüyor.